TÜRKİYE – NATO İLİŞKİLERİ

 Türkiye ve Nato arasındaki İlişkiler

GİRİŞ

İkinci Dünya Savaşı sonrası, Türk dış politikasında önemli bir dönüm noktasını oluşturmaktadır. Bu noktadan sonra, Batı dünyası ile yüzyılların çelişki ve savaş hali, Türkiye açısından, yerini uyum ve anlaşmaya bırakmıştır. Bu dönemde Türk dış politikasına hakim olan mesele, daha savaş sırasında tahmin ettiği gibi savaş sonrası Avrupa dengesinde meydana gelen boşluklardan yararlanan ve bütün ağırlığı ile Türkiye üzerine de çöken Sovyet emperyalizmine karşı güvenliğini sağlama endişesi olmuştur. Türkiye bu bağlamda sırtını batıya dayamak istemiş ve bunun tabi sonucu olarak da batı ile bünyesel bağların kurulması ve onunla örgütsel bir bütünlük içinde bulunulması tek yönlü, tek boyutlu bir dış politikanın temel ilkesi olmuştur.

İkinci Dünya Savaşından sonra uluslar arası sistemin iki kutuplu bir yapıya dönüşmesiyle Türkiye “Soğuk Savaş”ın tam ortasında yer almıştır. Bir başka deyişle, Türkiye, soğuk savaşın taraflarından biri, Batı blokunun bu savaştaki militan üyesi olmuştur. Türkiye, bu evrensel güç savaşımındaki yerini almakta, yalnız dış politikasını ona göre düzenlemekle kalmamış, aynı zamanda, ulusal çıkarlarını da yeniden tanımlamıştır. O kadar ki, Türkiye’nin ulusal çıkarı genel olarak Batı, özel olarak da ABD çıkarlarıyla özdeşleşmiştir.

I- 1945-1970 DÖNEMİ TÜRKİYE-AMERİKA-NATO İLİŞKİLERİ

İkinci Dünya savaşından sonraki Türk-Amerikan münasebetleri iki ana bölüme ayrılmaktadır. Bunlardan ilki olan 1945-1960 yılları arasındaki münasebetler, sarsıntısız, sağlam ve tam bir dayanışma göstermiştir ve bu münasebetleri sarsacak herhangi bir ciddi anlaşmazlık veya mesele ortaya çıkmamıştır. Bu münasebetler gerçek anlamda bir ittifak münasebetleridir ve Amerika, Türk dış politikasının en kuvvetli ve hemen hemen tek dayanak noktasıdır. NATO bile bu dönemde Türkiye için Amerika demektir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye-ABD ilişkilerinin en önemli gelişmelerinden biri 12 Mart 1947 tarihinde vuku bulan ve Türk toplumsal tarihi içinde bulunan ve Batı’ya yönelişi etkileyen ve hızlandıran hadise, ABD Başkanı Harry Truman tarafından Amerikan Kongresinde okunan Truman Doktrini’dir. Truman kongrede verdiği mesajında, ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı evrensel boyutlarda bir savaş vereceğini ilan etmiş ve bir anlamda soğuk savaşı da başlatmıştır. Truman bu mesajında ayrıca Kongre’den Türkiye’ye 100 Milyon dolarlık bir yardımı da onaylamasını istemekteydi. Türkiye’ye verilecek Amerikan yardımı konusundaki yasa Amerikan Temsilciler Meclisi ve Senato’sundan geçip 22 Mayıs 1947’de Başkan Truman tarafından imzalanarak yürürlüğe girdi. Ertesi gün bir Amerikan İnceleme Kurulu, Ankara’ya gelerek Türkiye’ye yapılacak yardım konusunda incelemelere başlanmış ve 12 Temmuz 1947’de Türkiye ile ABD arasında bir yardım anlaşması imzalanmıştır. Böylece de, Türk dış politikasında yeni bir dönem başladı. Truman Doktrini’nin Türkiye’ye ilişkin askeri boyutu 12 Temmuz 1947 anlaşmasıyla sonuçlanırken ekonomik boyutu da Türkiye’nin Marshall Planı çerçevesi içine alınması ve 4 Temmuz 1948’de bu konuda bir anlaşma imzalanmasıyla tamamlanmıştır.

12 TEMMUZ 1947 ANLAŞMASI

Başkan Truman’ın Türkiye’ye yapılacak yardımı onaylamasından bir gün sonra, 23 Mayıs 1947’de Amerikan Dışişleri, Harbiye ve Donanma Bakanlıkları temsilcilerinden kurulan ve General Lunsford Oliver başkanlığındaki bir Amerikan inceleme kurulu Ankara’ya gelerek Türkiye’ye yapılacak yardım konusunda çalışmalara başlamıştır. Sonuçta bu heyet Türk ordusunun hangi alanlarda ne kadar yardım görmesi gerektiği konusundaki raporunu Amerikan hükümetine sunmuştur. Anlaşıldığına göre Oliver Heyeti bu raporda Türkiye’nin bir yandan savunma gücünü çoğaltmak, diğer yandan da ekonomik durumunu kuvvetlendirmek için silah altındaki erlerin sayısının azaltılmasını, buna karşılık Türk ordusundaki silahların modernleştirilmesini tavsiye etmiştir. “Yunanistan ve Türkiye’ye Yardım Kanunu” gereğince Türkiye’ye yapılacak 100 Milyon dolarlık yardım bu modernleştirme işinde kullanılmalıdır. Oliver heyetine göre eğer gelecek yıllarda da Türkiye’ye aynı oranda yardım yapılırsa, bu devlet, üç yıl içinde kendi kendini savunmaya yeterli bir duruma gelecektir.

ABD, 1948 yılında yürürlüğe giren “Dış Yardım Kanunu” çerçevesinde Yunanistan ve Türkiye’ye yardım için 225 Milyon dolarlık ikinci bir ödenek ayırmıştır.

1949 yılı Amerikan dış politikasında yeni bir dönemin açıldığı yıldır. ABD, Sovyet yayılmasını engellemek için Batılı devletlerle bir askeri ittifak anlaşması yapma zorunluluğunu bu yıl içinde duymuş ve bunun sonucunda da Batı Bloku içinde bir dizi örgütlenmeler ortaya çıkmıştır. Nitekim 4 Nisan 1949’da imzalanan ve NATO’nun kurulmasını sağlayan Kuzey Atlantik Anlaşması ile 5 Mayıs 1949’da Avrupa Konseyini kuran anlaşmalar imzalanmıştır. Kuzey Atlantik Anlaşmasına katılan devletlere askeri yardım yapabilmek için Amerikan Senatosu tarafından 6 Ekim 1949’da yürürlüğe konulan bir kanunla, Amerika, Batı Avrupa devletlerine askeri yardım için 500 milyon dolarlık bir tahsisat ayırmıştır. NATO’ya üye olmadıkları halde Türkiye ve Yunanistan’a yapılacak yardım da 1949 yılında bu kanun içine alınmış ve 211.370.000 dolarlık ayrı bir ödenek konulmuştur. Türkiye bundan sonra, NATO’ya girinceye kadar bu kanun içerisine ayrı bir başlık altında konulan ödeneklerden yardım görmüştür.


MARSHALL PLANI

Truman Doktrini, Sovyet tehdidi karşısında Türkiye ile Yunanistan askeri gücünü arttırma amacına yönelmişti ve bu bakımdan da daha ziyade askeri niteliğe sahip bulunuyordu. Lakin asıl mesele, Avrupa memleketlerinin ekonomik durumları idi. Altı yıllık savaş bütün memleketlerin ekonomilerini tahrip etmişti. Kitlerde fakirler göze çarpan özelliklerden biriydi. Savaş biteli iki yıl olduğu halde, Avrupa ekonomisini bir kalkınma temposuna sokmak mümkün olamamıştı.6 Bu şartlar, Moskova’dan idare edilen komünizmin propagandasının etkisini çok kolaylaştırıyordu. Sovyetler, Avrupa’nın iki büyük endüstri memleketi olan Fransa ve İtalyayı hedef seçmişler ve komünist partileri vasıtasıyla çıkarttıkları gene grevlerle, bu iki memleketin ekonomisini büsbütün felce uğratıp, Komünist partilerin iktidara geçmesini sağlamak istiyorlardı. Kominform’un kuruluş toplantısına, peyklerin dışında, sadece Fransız ve İtalyan Komünist Partililerin katılması, bu bakımdan çok ilgi çekicidir. Amerika Sovyetlerin bu taktiğini gördüğü içindir ki, 30 Haziran 1945’den 1946 sonuna kadar 50 den fazla ülkeye 15 milyar dolar kadar yardım yapmıştır. Bu miktarın yarısı Fransa, İngiltere ve kuzey ve batı Avrupa ülkelerine gitmişti. Buna rağmen, ekonomileri düzene sokacak müsbet bir netice alınamamıştı. Çünkü bu paralar verimli ve yapıcı alanlara harcanmamış, bütçe açıklarının kapanması, ithalatta kullanılması gibi, paranın gidip bir daha dönmeyeceği alanlara harcanmıştır. Tabiatıyla, bunun sonu gelmezdi ve Amerikanın bu konudaki gücü de tükenmez değildi. O halde Avrupanın kalkınması için verimli bir formül bulmak gerekiyordu. Amerikanın arayıp bulduğu formül, Dışişleri Bakanı George Marshall’ın 5 Haziran 1947 günü Harvard Üniversitesinde yaptığı bir konuşma ile ortaya atıldı. “Marshall Planı” denilen bu konuşma, 16 Nisan 1948’de Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatının kurulmasını sağlamıştır.


TÜRKİYENİN NATOYA GİRMESİ

Batı Bloku’nda oluşturulan yeni örgütlere (NATO ve Avrupa Konseyi) Türkiye başlangıçta üye olmaya çağrılmamıştır. Artık kaderini tamamen Batı Bloku’na bağlamaya yönelik bir dış politika çerçevesi çizmiş olan Türkiye, bundan sonra tüm enerjisini Batı Bloku’nu oluşturan bu örgütlenme süreci içinde yer alabilmek için harcamaya başlamıştır. Türkiye bu uğraşın ilk semeresini 8 Ağustos 1949’da almış ve bu tarihte Avrupa Konseyi’ne üye olmaya davet edilmiştir. Böylece Türkiye, Batı Bloku’nun siyasal ve kültürel nitelikteki örgütüne katıldı.

Türkiye, bu dönemde Batı’nın askeri örgütü NATO’ya da girebilmek için yoğun bir çaba harcamıştır. Batı ile bütünleşme çabalarının ve sürekli Amerikan yardımı sağlama uğraşlarının bir ürünü olarak da Türkiye 28 Mart 1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olmuş, Mart 1950’de de Amerikan Akdeniz filosunun bazı gemilerini limanlarına davet etmiş, Birleşmiş Milletler Örgütü içinde sürekli olarak Batılı devletlerle birlikte çalışılmışve Demokrat Parti iktidar olmuştur. Bu yıllarda Türkiye, Batı Bloku içinde kurulmuş bulunan ekonomik (Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü) ve siyasal/kültürel (Avrupa Konseyi) örgütlerin üyesidir ve bu örgütleşmenin askeri boyutu olan NATO’nun dışındadır. Türk dış politikası ise genel ezgisi bakımından tamamen Batı yörüngesindedir.

Bu sırada, daha önceki hükümetin NATO’ya girme çabalarını sürdüren Demokrat Parti yönetiminin önüne Kore Savaşı bir fırsat olarak çıkmıştır. 29 Haziran 1950’de Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, Birleşmiş Milletler Genel sekreterine gönderdiği bir telgrafta Türkiye’nin Kore’de savaşacak Birleşmiş Milletler gücüne asker göndereceğini bildirmiştir. Birkaç gün sonra da Türkiye NATO’ya girmek için yeni bir başvuruda bulunmuştur.

Sonuçta Türkiye’nin gerek Sovyetler Birliğine yakınlığı dolayısıyla ABD stratejisi açısından elverişli konumu, gerek bir savaş durumunda Avrupa üzerindeki baskıyı hafifletecek ve Ortadoğu için bir köprü vazifesi üstlenebilecek konumda olması, NATO’ya alınmasında etkili olmuş ve Türkiye önce Eylül 1951’de Ottowa’da toplanan NATO Bakanlar Konseyi, 21 Eylül 1951’de yayınladığı bildiriyle NATO’ya katılmaya davet etmeye karar verilmiş ve 17 Ekim 1951’de de NATO Konseyi, Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya katılmalarını kabul etti.

TBMM’de 19 Şubat 1952’de Türkiye’nin NATO’ya katılmasına karar verdi ve böylece Türkiye Batı Bloku’nun askeri örgütü içerisinde yerini almış oldu.

Bu şekilde Türkiye, hem çok uzun yılların birikiminin sonucu olan Batı ile her alanda bütünleşmesini tamamlamış, hem de doğu-batı savaşımının temel taraflarından biri haline gelmiştir. Bu iki gerçek bundan sonraki Türk dış politikasının temelini oluşturmuştur.

Demokrat Parti yönetimi, ülkenin kalkınma ve güvenlik politikasını Amerikan yardımına, dış yardımı süreklileştirmeyi de uluslar arası politikada sadık ve militan ABD yandaşlığına bağlamışlardır.

Türkiye, NATO’ya girdikten sonra, olanca gücüyle Ortadoğu’da Batı çıkarları doğrultusunda bir örgüt kurmaya çalışmıştır. Bu çerçevede Sovyetler Birliğini çevreleyecek askeri paktlar kurmaya olan düşkünlüğüyle tanınan ABD Dış İşleri Bakanı John Foster Dulles’ın da girişimleriyle ve Türkiye’nin de yoğun çabalarıyla 24 Şubat 1955’te Türkiye ile Irak arasında Bağdat Paktı imzalandı. Taraflar arasında “güvenlik ve savunma” konusunda işbirliği yapılmasını öngören bu paktın beşinci maddesi gereğinde her devlet katılabilirdi. Nitekim daha sonra bu pakta 4 Nisan 1955’te İngiltere, 23 Eylül 1955’te Pakistan ve 3 Kasım 1955’de de İran devletleri katıldı. ABD, Arab ülkelerinde bu pakta karşı doğan muhalefetin bir sonucu olarak pakta katılmaya cesaret edememiştir. Sonuçta Bağdat Paktı, hem Arap ülkelerinin muhalefeti hem de ABD’ nin bu pakta katılmaması ile amaçlanan gayeye oranla, çok zayıf temeller üzerine oturtulmuş garip bir bina oluyordu.

Sonuç olarak Ortadoğu bunalımları bu paktı bambaşka bir nitelik ve gayeye götürmüştür. 14 Temmuz 1958’de Irak’ta patlak veren ihtilalin sonunda gerek monarşinin ve gerek Nuri Said rejiminin yıkılması ve General Kasım’ın liderliğinde 1963’e kadar devam edecek rejimin Irak’ın kaderine egemen olması üzerine, Irak Bağdat Paktı’ndan çekilmiş ve bundan sonra Paktın adı değiştirilerek Merkezi Anlaşma Teşkilatı (CENTO) olmuştur. CENTO ise faaliyetlerinin yönünü daha ziyade üyeler arasındaki ekonomik, kültürel ve teknik işbirliğine çevirmiş ve bunda daha da başarılı olmuştur. Öte yandan, Bağdat Paktı’nın geçirdiği bu nitelik değişikliği Amerika’yı Paktın bu yeni şekliyle çok yakından ve sıkı bir işbirliğine yöneltmiştir. Ayrıca Bağdat Paktı, Arap dünyasında büyük tepkilere yol açış ve Türkiye’nin Arap ülkeleriyle olan ilişkilerini olumsuz etkilemiştir. Türkiye’nin bu dönemde özellikle Suriye ve Mısır ile ilişkileri tam bir gerginlik içine girmiş ve bu ülkeler Türkiye’yi “Batı Emperyalizminin Jandarması” olmakla suçlarken Türkiye’de onları “Batı ile Afrika-Asya arasında uçurum açmayı amaç edinen komünist siyasetin aletleri” olmakla suçlamaktaydı.

Bu arada Lübnan’da ilerici güçlerle, tutucu devlet başkanı Şamun taraftarları arasında çıkan çatışmalar sonucunda ABD Şamun’a yardım etmek üzere Lübnan’a asker çıkartmış , Türk hükümeti de müdahalelerin yerinde olduğunu ve uluslar arası hukuka uygun bulunduğunu açıklamışlar ve memnuniyetlerini belirtmişlerdir. Lübnan’a yapılan Amerikan çıkartması, Türk yöneticilerince “hür dünyanın Amerikan liderliğine güvenini pekiştirecek” bir eylem olarak nitelendirmişlerdir. Ayrıca Amerika Lübnan’a yaptığı çıkartmada İncirlik Üssünü Türk hükümetinin destek ve izniyle kullanmıştır. Daha da önemlisi, Türkiye’nin Lübnan çıkartmasını Eisenhower Doktrini’nin15 bir uygulaması olarak kabul etmesi ve desteklemesidir. Nitekim ABD bu doktrindeki “dolaylı saldırı” ilkesini kullanarak Lübnan’a asker çıkarmıştır. Bu çıkarmanın Türk hükümetince desteklenmesi, Türkiye’de muhalefet çevrelerince eleştirilmiştir. 5 Mart 1959’da Türkiye ile ABD arasında imzalanan bir anlaşma ile Türk-Amerikan ilişkileri, Eisenhower Doktrini temelinde en üst düzeye yükseltilmiştir. Bu anlaşmada “dolaylı saldırı” kavramının Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerde de geçerli olduğu kabul edilmiştir.

1960’tan itibaren bir dizi iç ve dış gelişmeler Türk dış politikasını etkilemiş ve türk dış ilişkilerinde önemli değişiklikler ortaya çıkarmıştır. Nitekim 1961 anayasasının getirdiği özgürlük ortamı daha önce seslerini yeterince duyuramayan toplumsal katmanların örgütlü bir şekilde ülkenin iç ve dış politikasında etkin olmaya başlamışlardır. Böyle bir ortamda Türk dış politikasının temel ilkelerinin sorgulanması, kaçınılmaz olarak, Türkiye’nin batı bağlantısının ve özellikle ABD ile olan ilişkilerinin eleştirisine dönüşmüş, bu konuda ortaya yeni seçenekler konulmasına çalışılmıştır. Dışardan kredi bulmaya dayanan ekonomik kalkınma felsefesi ile siyasal ve askeri açıdan Batı ile bütünleşme siyaseti giderek toplum tarafından yadsınmaya başlayan bir dış politika haline gelmiş ancak Türk toplumunda meydana gelen gelişmelere rağmen 1960 sonrasındaki değişiklikler olmamıştır. İşte böyle bir durumda ortaya çıkan iki olay, Türk dış politikasında “değişiklik arzularının iyice belirginleşmesine ve resmi çevreler de toplumsal gelişmeye ayak uydurma zorunluluğunun doğmasına neden olmuştur.

 

4-KÜBA BUNALIMI

Ekim 1962’de ABD, Sovyetler Birliği’nin Küba’ya kısa ve orta menzilli nükleer başlıklı füzeler yerleştirdiğini, bunların yapımına engel olmak ve sökülmelerini sağlamak için de Küba’yı denizden abluka altına aldığını açıklamıştır. Böylece, bir anda bütün dünya ABD ile Sovyetler Birliği arasında çıkabilecek bir nükleer savaş tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır.

Küba bunalımı sırasında sürdürülen Sovyet-Amerikan görüşmelerinde, Sovyetler Birliği, Küba’daki Sovyet füzelerine karşı, Türkiye’de bulunan Amerikan Jupiter füzelerini göstermiş, Kruşçev, Kennedy’e yazdığı bir mektupta, Küba’daki füzelerin ancak Türkiye’deki Jupiter füzeleriyle birlikte sökülebileceğini açıklamıştır. Bu arada, Küba’ya karşı girişilebilecek bir Amerikan saldırısı durumunda Sovyetler Birliği’nin de Türkiye’ye karşı harekete geçebileceği, tüm dünyada, resmi ve gayri resmi çevrelerde, açıkça söz konusu edilmiştir. Türkiye’nin, sınırlarından binlerce kilometre uzaklıktaki bir yerde ortaya çıkan bir Sovyet-Amerikan çatışmasında pazarlık konusu olması, buna karşılık da çaresiz bir bekleyiş içinde bulunması, hatta ABD’nin sert tutumunu desteklemesi, Türkiye’de bir şok etkisi yaratmıştır. Türkiye’nin ABD ile olan özel ilişki ve yakınlığının Türkiye’ye zarar getirdiği durumlara ürkütücü bir örnek oluşturan Küba bunalımının, yalnız uluslar arası yumuşamanın değil, Türk dış politikasında da bir dizi değişikliğin tohumlarını attığını söyleyebiliriz.16


  1. JOHNSON MEKTUBU

Amerika Cumhurbaşkanı Johnson’un 5 Haziran 1964 tarihinde Türkiye Başbakanı İsmet İnönü’ye yazdığı bu mektup, 1963-1964 Kıbrıs bunalımının en mühim hadisesi olduğu kadar, belki bundan da fazla, gerek Türk-Amerikan münasebetlerinde gerekse Türk dış politikasında yeni bir dönemi başlatan bir belgedir.17

Kıbrıs’ta Türk toplumunun haklarına karşı girişilen saldırılar 1963 yılının Aralık ayında yoğunluk kazanmış ve Adada kanlı çarpışmalara neden olmuştur. Kıbrıs’ı, Türklere karşı işlenen cinayetlerin bir soykırıma dönüşmesini önlemek için, Türk hükümeti, 25 Aralık’ta Türk jetlerinin Lefkoşa üzerinde ihtar uçuşları yaptığını ve Kıbrıs’taki Türk alayının savunma hatlarına kaydırıldığını açıklamıştır. Bu bunalım sırasında Türkiye, gerek Birleşmiş Milletler’de gerek batı dünyası içinde beklediği ilgi ve desteği bulamamış bu şekilde Türkiye’nin uluslar arası ilişkilerdeki yalnızlığı gözler önüne sermiştir. Türk dış politikasının bu başarısızlığı, Türkiye’nin temel dış politika ilkelerinin, uluslar arası ilişkilerin yapısının ve temel yörüngesinin eleştirilmesine neden olmuştur.18

Bu arada da Türk-Amerikan ilişkilerinde bir dönüm noktası olarak kabul edilmesi gereken bir gelişme ortaya çıkmış ve ünlü “Johnson Mektubu” açıklanmıştır. Türk hükümeti, Kıbrıslı Türklerin katledilmelerini önlemek üzere Kıbrıs’a müdahale kararı verdiği 5 Haziran 1964’te, Başbakan İnönü, ABD başkanı Johnson’dan bir mektup almıştır. Johnson mektubunda;

  1. Türkiye’nin dış politika davranışlarında ABD’ye danışması gerektiğini

  2. ABD’nin, Türkiye’nin Kıbrıs’a garantör devlet sıfatıyla müdahalesini meşru kabul etmediğini;

  3. Böyle bir hareket sonucu Sovyetler Birliği Türkiye’ye saldıracak olursa, NATO’nun Türkiye’ye yardım etmeyeceğini;

  4. Türkiye ile ABD arasındaki 1947 tarihli yardım anlaşması gereğince Türkiye’nin kendisine ABD tarafından verilmiş silahları kullanmasına ABD’nin izin vermeyeceğini

Başbakan İnönü’ye bildirmiştir. Türk halkı, 1966 yılında açıklanan bu mektupla, ABD’ye olan bağımlılığı ve bu bağımlılığın sonuçlarını acı bir biçimde öğrenmiş oldu. Johnson mektubu, Türk kamooyunda büyük tepkiyle karşılandı. NATO üyeliği, ABD ilişkileri ve Batı’ya dönük dış politika haklı eleştirilere uğradı.

Böylece 1960’larda, Türk halkının özlemini duyduğu bağımsızlıkçı ve kişilikli dış politikanın ne denli gerçekçi ve zorunlu olduğu iyice belirginleşmiş, Küba bunalımından sonra Soğuk Savaşın yerini yavaş yavaş “yumuşama”ya bürokrasi ve Üçüncü Dünya’nın ortaya çıkmasıyla uluslar arası ilişkilerde görülen çoğulcu yapı da Türkiye’ye dış ilişkilerini çeşitlendirmek ve daha rahat hareket etme imkanı vermiş ve 1960’ların ortalarından başlayarak Türk dış politikasında bazı değişiklikler görülmeye başlanmıştır.19 Bu değişikliklerden en önemlisi Türkiye’nin başta Sovyetler Birliği olmak üzere Doğu Bloku üyeleriyle ilişkilerini geliştirmeye başlamasıdır.

Türkiyenin bu dönemde Batı ve özellikle ABD ile ilişkileriyse eski sıklığını yitirmiştir. Türkiye 1964 yılında ABD’nin önerdiği “Çok Taraflı Kuvvet’e (Multilateral Force) katılmayacağını bildirmiş, NATO’nun Türk ordusunda yapmak istediği çoğaltmayı reddetmiş, ayrıca nükleer enerji ile çalışan bir Amerikan ticaret gemisinin Türkiye’yi ziyaretine izin vermemiş ve bu ülkeyle imzalanmış ikili antlaşmaların gözden geçirilmesini istemiştir.

1960’larda oluşan sert tepkiler ve toplumsal muhalefet, hükümeti, ABD ile yapılmış ikili anlaşmaları gözden geçirmeye zorlamış ve 3 Temmuz 1969’da ABD ile “Ortak Savunma ile ilgili İşbirliği Anlaşması” imzalandığı açıklanmıştır. Bu anlaşma ile daha önceki ikili anlaşmaların sakıncalarının ortadan kaldırıldığı öne sürülmüştür.

12 Mart 1971 “Ara Rejimi” demokratik gelişimi engelleyişinin yanı sıra dış politikada da demokrasiden kaynaklanan yönelişleri kesintiye uğrattı. Bu dönemde ABD’nin isteklerine uyularak ve ABD’nin iç politikasının dinamiklerine kapınılarak Türkiye’de afyon ekiminin sınırlandırılması, toplumda kabul görmeyen ve eski dönemi hatırlatan bir örnek karar oldu.

Bu dönem iç politikada olduğu gibi dış politikada da “toplumsal etki”nin sınırlandığı ve bunun getirdiği durgunluğun yaşandığı bir dönem olmuştur. Bu açıdan bakıldığında 12 Mart ara rejimi Türk dış politikasında gelişim sürecinin kesintiye uğradığı ve geriye gidişin denendiği bir dönem olarak göze çarpmaktadır.21


6- KIBRIS BARIŞ HAREKATI VE TÜRK DIŞ POLİTİKASINA ETKİLERİ

1974 yılında Kıbrıs Barış Harekatı Cumhuriyet’in kuruluşundan sonraki ilk savaş olması ve Türk dış politikasında bir takım değişikliklerin meydana gelmesi açısından önem arz etmektedir. Keza Kıbrıs Barış Harekatı Türk dış politikasında kısa ve uzun dönemli etkileriyle açısından önemli bir yer tutmaktadır.

15 Temmuz 1974’te Kıbrıs’ta Makarios’a karşı bir darbe yapıldı. EOKA’cı faşist Nikos Sampson’un başını çektiği darbecilerin hedefinin ENOSİS olduğu, aralarında da Yunanistan’daki “Albaylar Cuntası” olduğu kuşkusuzdu. Kıbrıs’taki Türk toplumu ve Türkiye’nin ulusal hakları ağır bir tehdit altındaydı. Hükümet, 18 Temmuz’da TBMM’nin toplantıya çağrılmasını kararlaştırdı ve toplantıdan bir gün önce Başbakan Bülent Ecevit garantör devletlerden bir olan İngiltere’ye gitti.

Gerek Londra’da gerek Ankara’da yapılan görüşmelerde Türk hükümetinin ve başbakanın ağır baskılar altında kalmalarına karşın, Türkiye, ulusal çıkarlarını korumak için garantör devlet sıfatıyla Kıbrıs’a askeri çıkartma yapma kararı verdi ve 20 Temmuz 1974’de saat 6:10’da Başbakan Bülent Ecevit, Türkiye radyolarından askeri harekatın başladığını açıkladı. Böylece, tüm olumsuz koşullara, tüm baskılara, Londra ve Washington’un karşı çıkışlarına karşın, Türkiye, Kıbrıs’ta yapılmak istenen oldu bittiye karşı direnme kararında olduğunu tüm dünyaya gösterdi. Harekat sonucu Yunanistan’da Cunta, Kıbrıs’ta da Sampson iktidardan düştü ve 22 Temmuz’da Yunanistan’da Karamanlis, Kıbrıs’ta da Klerides yönetimi ele aldılar. 25 Temmuz 1974’te I. Cenevre ve 8 Ağustos’ta da II. Cenevre konferansı yapıldı ve bu konferans 13 Ağustos’ta yarıda kaldı ve ertesi gün Türkiye’nin Kıbrıs’a ikinci harekatı başladı. Böylece, Türklerin mahsur kaldığı bazı bölgeler ele geçirildi ve Türk kuvvetlerinin güvenliği sağlanmış oldu.

Türkiye’nin Kıbrıs konusunda gösterdiği kararlı tutum bir yandan Türkiye’yi istilacı bir ülke olarak tanıtma propağandası yoğun bir biçimde sürdürülürken, öte yandan Türkiye’ye Kıbrıs’tan çekilmesi için baskılar uygulanmaya başlandı. Bu baskılar içinde en anlamlı olanı hiç şüphesiz ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı silah ambargosuydu.

Uzun yıllar “özgür dünya” önderliğini benimseyen, ABD’nin “sadık” bir dostu olmakla övünen ve Amerikan dış politikasının militan bir savunucusu olan Türkiye, ulusal haklarına sahip çıktığı bir günde “dost”larınca yalnız bırakıldığını değil, aynı zamanda, cezalandırıldığını gördü. Bu da Türk dış politikasında önemli değişikliklere neden oldu.22

1975’lerden sonra artık Türk halkının kabul etmeyeceği bir dış politikayı izlemek, artık Türkiye’de tam anlamıyla imkansızlaşmış dış politika ana çizgileri bakımından değişmeye de ,ona belli sınırlamalar getirilmişti ve demokrasinin işlediği bir Türkiye’de bunu değiştirmek mümkün değildi.

1970’lerin ortalarından itibaren Türkiye yoğun bir toplumsal ve ekonomik bunalım yaşamaya başladı. Bu bunalım, bir anlamda Türk dış politikasının da bunalımını simgelemekteydi. Nitekim savunmasını esas olarak NATO’ya dayandıran Türkiye, Amerikan silah ambargosunda somutlaşan bir güvenlik bunalımı içine düşmüştü;

Türkiye’nin bu dönemde içerisine düştüğü gerek güvenlik ve gerek ekonomik ve bir yalnızlık bunalımları Türkiye dış politikasının bunalımının nedenlerinin önemli unsurlarını teşkil etmiştir.

Ulusal çıkarlarını genel olarak Batı, özel olarak da Amerikan çıkarlarıyla bütünleştiren Türkiye, bu pota içinde kendi öz çıkarlarının erimiş olduğunu, yaşadığı çok yönlü bunalımla bir kez daha ve çok çarpıcı bir biçimde gördü.

 

 

II- İKİLİ ANLAŞMALAR, TÜRKİYEDEKİ AMERİKAN ÜSLERİ VE TESİSLERİ

1965 yılından sonra Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerde ortaya çıkan MLF’den daha önemli ve sürekli sorun “ ikili anlaşmalarla ilgilidir. Bilindiği üzere Türkiye NATO’ya girdikten sonra ABD ile birçok ikili anlaşma imzalamıştır. Bunların önemli bir bölümü parlementonun onayından geçirilmeyen, gizli hatta sözlü mutabakata dayanan anlaşmalardır23 ve Türkiye ile ABD arasında yapılan bu anlaşmalar askeri, ekonomik ve mali konularla alakalıdır. Bu anlaşmalardan bir kısmı iki ülkenin anayasa gereklerine göre imzalanarak tasdik ve ilan edilmiş, açık anlaşmalardır. Büyük bir çoğunluğu ise ya bu anlaşmalara ya da Kuzey Atlantik Anlaşmasının 3. maddesine dayanılarak yapılmış yürütme anlaşmaları niteliğindedirler. Bu anlaşmalar Türk kamu oyunda 1965’ten sonra tartışılmaya başlanmıştır. İkili anlaşmalarla Türkiye ile ABD arasında ortaya çıkan ilişkilerin durumu kamuoyunun dikkatini ilk kez “Johnson’un mektubu” ile çekmişti ve bu mektup Türk-Amerikan münasebetleri üzerinde çok ağır tahribat yapmış ve uzun süre devam edecek derin izler bırakmıştır.24

NATO kurulduktan sonra, üye ülkelerdeki Amerikan kuvvetlerinin durumunu düzenlemek üzere, üye devletler arasında 1951 Haziran’ında “Kuvvetler Statüsü Anlaşması” denen bir anlaşma imzalanmıştı. Türkiye NATO’ya katıldıktan sonra, 10 Mart 1954’te de bu anlaşmaya katılmış ve bu çerçevede Amerika ile de 23 Haziran 1954’de genel mahiyette bir Askeri Kolaylıklar Anlaşması imzalanmıştır.

Bu anlaşmaya dayanarak bundan sonra, Amerikan makamları ile Türk makamları arasında sayısı 91’i bulan ikili anlaşmalar yapılmıştır. İkili anlaşmalar esas itibariyle iki konu üzerinde yoğunlaşmıştı. Bunlardan ilki Amerikalılara sağlanan üs ve tesislerdi.25

Bu tesisler dört kategoride idi. Hava üsleri (Ankara-Esenboğa), İzmir-Çiğli, Adana-İncirlik ve Diyarbakır-Pirinçlik). Stratejik füze üsleri, Elektronik komünikasyon tesisleri ve personel ve aileleri için sosyal tesisler.

İkinci kısım anlaşmalar ise Amerikalı personelin Türkiye’de sahip olacağı yetkiler ve ayrıcalıklar niteliğindedir. Fakat bu ayrıcalıklar zamanla o kadar genişlemiştir ki, bunlar, Türkiye’nin egemenlik haklarına ters düşen kapitülasyon mahiyetini almış ve tatbikatta da, Amerikalı personel ile Türkler arasında sürtüşmelere ve sosyal rahatsızlıklara neden olmuştur.

Bunlardan ayrı olarak Türkiye’deki Amerikalı askeri personele yargı ayrıcalıklarından özel posta servisine, gümrüksüz satış mağazalarının açılmasına kadar çok çeşitli kolaylıklar sağlanmıştır. Öteki NATO ülkeleri ile karşılaştırıldığında bu kolaylıklar adeta imparatorluk devrinde Avrupalılara sağlanan kapitülasyonları akla getirmektedir. Dahası, bu ayrıcalıkların ve kolaylıkların Amerikalı yetkililer ve görevlilerce kötüye kullanılması sokaktaki yurttaşı tedirgin etmiş ve Türkiyede hayli yoğun bir Amerikalı düşmanlığına çanak tutulmuştur. Anlaşmalarla tanınan adli ayrıcalıklar, Amerikan üslerindeki askeri personeli, işledikleri her türlü suçtan ötürü Türk adalet makamlarının önüne çıkmaktan alıkoyan bir konuma getirmiştir. “Görevli” iken işlenen suçların yargılanmasını Biirleşik Devletler mahkemelerine bırakan ikili anlaşmalara dayanarak; askeri aracı Türk çocuklarının üzerine sürerek onları öldüren yarbaylardan, sarhoş olup Türk bayrağını yırtan veya Türklere hakaret eden çavuşa kadar Amerikalı asker sanıklar, Amerikan makamlarınca Türk Genelkurmayına bildirilen “görevlidir” sözü ile yargıç önüne çıkmaktan kurtulmuşlardır.26

Öte yanda, Amerikalı personelin bazı temel ihtiyaçlarının gümrüksüz olarak yurda sokulması için verilen imtiyaz ise Maliye Bakanlığının önemli bir gelir kaynağından yoksun bıraktığı gibi, iç piyasada bulunması yasaklanan lüks tüketimi mallarını Amerikan PX mağazaları aracılığıyla satılmasına neden olmuştur. Ayrıca Anadolu toprağının dokuz bin yıldan beri sahip olduğu tarih ve kültür hazinesinin örneklerini Amerikalı Askeri personele tanınan özel posta imtiyazı aracılığıyla ABD ye kaçırılması söz konusu olacaktır.27

Türk kamuoyunda sol akımların tesiriyle ikili anlaşmalar konusundaki tartışmalar günden güne yoğunlaşırken, Ekim 1965’te iktidara gelen AP, hükümetinin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, 6 Ocak 1966’da yaptığı açıklamada, hükümetin ikili anlaşmaları gözden geçirmekte olduğunu bildirmiştir. Bundan bir hafta sonra da, 13 Ocak 1966’da Johnson mektubu Türk basınında açıklanmıştır.

Türk hükümeti Nisan 1966’da Amerika’ya müracaat ederek ikili anlaşmaların yeniden düzenlenmesi gerektiğini bildirmiş ve ABD bu teklifi kabul ile Ocak 1967’de bu düzenleme için Türk-Amerikan müzakereleri başlamış ve bu müzakereler sonunda 3 Temmuz 1969’da Türkiye ile ABD arasında Savunma ve İşbirliği Anlaşması imzalandı. Gizli olan bu anlaşma, Ocak 1970’de Başbakan Süleyman Demirel’in yaptığı bir basın toplantısında ancak temel prensipleri hakkında bilgi verilmiştir. Bu prensiplerin başında “karşılıklı egemenlik ve eşitlik” prensibi gelmekteydi. Tesis ve üslerde Türkiye’nin muvafakatı olmadan hiçbir hareket yapılamayacaktı. Üslerin “ortak kullanımı” esastı. Türkiye üs ve tesislerde, “tam ve kesin” kontrol ve denetim hakkına sahipti. Yetkili Türk makamları gerekli gördükleri zaman, bu üs ve tesisleri denetleyebileceklerdi. Nihayet bu üs ve tesislerin faaliyetleri hiçbir zaman NATO’nun amaçlarının dışına çıkamayacaktı.28

Amerikalı personelin görev ve yetkileri konusunda da Türkiye ile Amerika arasında 24 Eylül 1968’de bir anlaşma imzalanarak, yetki ve ayrılıkların kullanılış Türkiye’nin egemenliği ile uyuşur hale getirilmiş ve kontrol altına alınmıştır.29

1969 Anlaşması, daha önce yapılmış olan 91 anlaşmanın yerini alan tek bir anlaşma niteliğindeydi. Fakat şurası da bir gerçekti ki, bu anlaşma, Türk-Amerikan münasebetlerinde meydana gelen büyük değişikliğin de bir işareti oluyordu. Bu münasebetler artık 1950’lerin münasebetleri değildi. Bundan dolayı Amerika, Türk kamuoyunda daha fazla tepkilere sebep olmamak için, Türkiye’deki “görüntü”sünü mümkün olduğu kadar azaltmaya başladığı ve bu çerçevede 30.000 kadar olan personelin sayısı 7.000’e indirildi. Amerikalı askerlerin halkın arasında üniforma ile dolaşması önlendi. Amerikalı aileler, büyük şehirlerde halkın içinde ikamet etmelerine, ayrı yerlerde toplu olarak yaşamaya başladı.

1970-1974 yılları arası Türkiye’nin hem içi politika ve hem de anarşi ve terör dolayısıyla iç çalkantılarla dolu olduğu bir dönemdir ve bu yüzden bu dönemde Türk-Amerikan münasebetlerinde göze batan bir hadise veya gelişme olmamıştır. Fakat Türkiye’nin iç iktidarsızlığını Amerika için devamlı bir endişe kaynağı olduğu da inkar edilemez

 

III- 1970 SONRASI TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİ

1974 Kıbrıs harekatından sonra, Amerika’nın Şubat 1975’de itibaren tatbike başladığı ve Eylül 1978’de kadar devam ambargo ise 1969 Savunma İşbirliği Anlaşmasının Türk-Amerikan münasebetlerinde getirdiği sükunete ağır bir darbe indirmiş ve bu münasebetlerde gayet ciddi sarsıntılara sebep olmuştur. Bu ambargo üzerine Türkiye 3 Temmuz 1969’daki bütün Amerikan üs ve tesislerine el koydu. Her ne kadar 26 Mart 1976’da yeni bir anlaşma yapıldı ise de bu anlaşma bir türlü yürürlüğe konulamamış ve nihayet 29 Mart 1980’de, 1969 ve 1976 anlaşmalarının yerini alan ve üs ve tesisler üzerinde Türkiye’nin egemenlik haklarını tam manasıyla gerçekleştiren, Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması imzalandı.

Ambargonun kalktığı Eylül 1978 ile Türkiye’de rejim değişikliğinin vuku bulduğu 12 Eylül 1980 tarihleri arasında, Türkiye’nin içine düştüğü kargaşa, siyasi istikrarsızlık, anarşi ve terör, belki de Türkiye’den fazla ABD için korkulu günler olmuştur. Zira anarşi ve teröre genellikle komünist ve Marksist düşüncesinin hakim olmasından bir yana, Şubat 1979’da İran’da Humeyni rejiminin kurulması da Amerika açısından, Türkiye’de koyu dinci bir hareketin ortaya çıkması endişesini de yaratmıştır.

1979 yılı sonunda Sovyetlerin Afganistan’ı işgali de bu duruma eklenince, Amerika için ortay daha da karanlık bir manzara çıkıyordu. Nitekim Ortadoğu’nun stratejisi alt üst olmuştu ve bu stratejik yapı içinde, Türkiye’nin ehemmiyeti daha da artmıştı. İstikrarlı ve kuvvetli bir Türkiye, her zamankinden daha fazla Amerika’ya gerekli iken, aksine İran ve Afganistan’dan sonra Türkiye “düşme” tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştı.

Bu sebeplerden ötürü Türkiye’de 12 Eylül 1980 hareketi Amerika tarafından memnuniyetle karşılanmıştır. Çünkü istikrar Türkiye’ye yeniden geliyordu ve 1980 Kasım’ında Amerika’da Başbakanlık seçimini Ronald Reagon’un kazanması ve Reagon’un dış politikası, Türkiye ile Amerika arasında yeni bir yaklaşma dönemi açmıştır.

1980 öncesi güvenlik sorunları, İran ve Afganistan’daki gelişmeler Türkiye’yi ABD ile daha da yakınlığı yöneltmişti. 1980-83 döneminde bu çizgi esasta sürdürüldü. Bununla birlikte ABD kongresinde Türkiye’deki rejim değişikliğiyle ilgili olarak doğan eleştiriler, askeri yardım konusunda ABD tutumunu zaman zaman olumsuz etkiledi. Bu da Türkiye’de bir takım tepkiler yaratmaktan geri kalmadı.

Türkiye 1983-1991 yılları arasındaki dönemde ABD ile yakınlığını geliştirmeye devam etti. ABD formasyonluluğuyla tanınan Turgut Özal’ın başkanlığı döneminde de Türkiye uluslar arası platformda ABD ile olan bağlarını temel veri saymaya devam etti. NATO üyesi olmak ve soğuk savaşın yeniden canlanma belirtilerini hissetmek gibi olgular, Türkiye’nin ABD nezdindeki önemini koruyan ana etkenlerdi. Bu yakınlığı sarsan olaylar ABD Senatosu’nun “Ermeni Sorunu” karar taslakları ya da kararları, Kıbrıs nedeniyle başlamış olan ve ambargo önlemlerini de içeren pürüzlü noktalardı.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen Türk hükümeti 1980-1990 yılları arasında genellikle Amerika’ya yakın bir politika izlemişler, Amerika’nın sadece kendi çıkarları doğrultusunda göstermiş olduğu faaliyetler dolayısıyla, bu münasebetlerin, zaman zaman, sarsılması, zedelenmesi ve gerginliklerden kurtulamamış olduğu görülmektedir.

Bu dönemin Türk-Amerikan münasebetlerinin, şu üç sorunun ekseninde şekillendiği veya gerginleştiği söylenebilir: Türkiye’ye Amerikan yardımı sorunu, Ermeni sorunu, ve nihayet SEİA denen askeri işbirliği sorunudur.


SONUÇ

Sonuç olarak II. Dünya Savaşı sonrasında oluşan dünya düzeni ve ortaya çıkan Sovyet tehlikesi sonucunda Türk-Amerikan münasebetleri bazı olumsuzluklara rağmen günümüze kadar gelişerek devam etmiştir. Amerika, II. Dünya savaşı sonrasındaki Sovyet tehlikesini bertaraf etmek için Avrupalı devletlere yaptığı yardımı Türkiye’nin stratejik konumunun önemi nedeniyle Türkiye’ye de yapmış ve bu girişim ilk olarak Truman Doktrini ile başlamış ve günümüzde hala devam etmektedir. Bilindiği üzere bugün dünyaya üç kurum hakimdir. Bunlardan birincisi dünyanın ekonomi sistemine hakim olan IMF, ikincisi dünyanın askeri gücünü elinde bulunduran NATO ve sonuncusu ise dünyanın siyasi dengelerini elinde tutan Avrupa Senatosu’dur. Türkiye bu üç kurumla iyi münasebetler kurmaya özen göstermektedir fakat geçmişte yaşanan bazı olumsuz hadiseler nedeniyle zaman zaman bu kurumlarla olan münasebetlerimiz olumsuz etkilenmektedir.

Bugün Türkiye denilebilir ki ABD’nin dünya devletleri arasındaki en önemli müttefiklerinden birisidir. Hatta en önemli müttefikidir. Nitekim bunu 11 Eylül 2001’de Amerika’ya yapılan terör saldırısı neticesinde Amerika’nın Afganistan’a yapmış olduğu askeri harekatta Türkiye önemli bir yer tutmaktadır ve Amerikanın bu harekattaki en önemli müttefiki konumundadır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.